15 Şubat 2014 Cumartesi

Röportaj: Tolga Akyıldız



Başarıları ile dikkatimi çeken kişiler ile yaptığım röportajlara devam ediyorum.

Blogumun bu seferki konuğu: ilk kitabı "özür dilerim çok sevdim" ile adından çokça söz ettiren, gazeteci-yazar; Tolga Akyıldız.



O'nu birçoğunuz, 
müzik eleştirmeni, gazete-dergi yazarı kimliği ile tanıyordunuz büyük bir ihtimalle.
Son günlerde ise; televizyon, gazete, dergi ve radyo gibi medya kanallarında, kitabı hakkındaki röportajlarına denk gelmemiş olmanız, neredeyse imkansız. :)


Bu kadar koşturmacanın arasında, Esquire Dergisi, Şubat 2014 Sayısı için benimle röportaj yapmaya zaman ayırdığı için buradan da bir kez daha kendisine teşekkür ederim. :)



İlk önce; Tolga Akyıldız, bugün bulunduğu yere gelene kadar neler yapmış şöyle bir bakalım:


  • Tolga Akyıldız, 1973, İstanbul doğumlu.
  • Liseyi, Galatasaray Lisesi'nde; üniversiteyi, Boğaziçi Üniversitesi, Psikoloji Bölümü'nde okumuş.
  • Gazetecilik mesleğine 1987 yılında Hey Dergisi'nde başlamış.
  • 1993-1997 yılları arasında; GO (Genç Olmak),  Health & Shape ve Anne & Çocuk Dergileri ve Akşam Gazetesi'nde editörlük yapmış.
  • 1997 yılında, Blue Jean Dergisi'nde yayın yönetmeni olarak göreve başlamış.
  • 2000 yılında, Blue Jean ve Hey Girl Dergilerinin yayın direktörlüğü görevini üstlenmiş.
  • 2000-2007 yılları arasında; bu dergilere ek olarak, Max, İstanbul Life ve Auto Show Dergilerinin de yayın direktörlüğü görevini yürütmüş.
  • 2002-2003 yılları arasında ATV'de yayınlanan "6. His" adlı TV şovuna danışmanlık yapmış.
  • 2000-2010 yılları arasında; Hürriyet Gazetesi'nde "Pop Virus" adlı köşeyi kaleme almış.
  •  2004-2010 yılları arasında; D.R.U.M., MySpace Türkiye, Rock'n Dark Müzik Yarışması gibi oluşumlara danışmanlık yapmış.
  • 2010 yılında, Milliyet Gazetesi'nin Cadde Eki'nde kaleme almaya başladığı "Sokak Çocuğu" adlı köşesini halen sürdürmekte.
  • Marie Claire Türkiye,
    Esquire,
    Touch İstanbul,
    46 Dergileri için köşe hazırlamaya devam etmekte.
  •  Radikal Gazetesi'nde albüm kritikleri yazmakta.
  • Birçok şirket için müzik ve sosyal medya konularında verdiği danışmanlık hizmetine devam etmekte. (Açık Sahne - Müzik Blogları)

Yazarlık aileden mi geliyor? Anne-babanızın mesleklerini öğrenebilir miyiz, sakıncası yoksa?
Annem; öğretmen, babam; gazeteci-yazardı. 15 sene oldu, kaybedeli. Babamdan bana geçen bir yazma yeteneğim olduğunu düşünüyorum. İki tane yayınlanmış romanı var. Biri “Bir Gazetecinin Hayatı” Abdi İpekçi’nin biyografik romanı. Diğeri; Anadolu Medeniyetleri üzerine; babam arkeologdu.

“Bir kişi, ancak babası öldükten sonra tam anlamıyla kendi olabilir” derler. Sizde de böyle mi oldu? Otorite ve güven sembolü olan” baba” olmayınca; hayata daha güçlü tutunmak durumunda mı kalıyoruz, o zaman mı tam anlamıyla kendimiz olabiliyoruz?
Bence; erkek ve kadın için farklı bir durum, bu. Babam, bir otorite figürü değildi. Çocuk muamelesi yapılmadı bana, ben yetiştirilirken. Bu da çocuğun kendine güveninin erken yaşlarda oluşmasını sağlıyor. Benimki; çok sevilen ve örnek alınan bir babaydı. Bana bayrağı devrettiğini düşünüyorum ama tabii ki çok farklı şeyler yapıyoruz.

Benim de ortaokul-lise yıllarımda, merakla okuduğum bir dergi olan Blue Jean’i neden bıraktınız?
Blue Jean’de yayın yönetmeni olduğumda, 23-24 yaşlarındaydım. 10 yıl kadar yayın yönetmenliği, sonra da yayın direktörlüğü görevini yaptım, başka yayınlarda da çalıştım. Ben aslında dergiciliği bıraktım. Belirli bir zaman geldiğinde, bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Devlet-opera ve balesinde olduğu gibi neden yıllarca koltuğumda oturayım? Genç insanlar Blue Jean’in başında olmalı, yeni ufuklara yer açmalıyım diye düşündüm.

“Kaleminizin kılıçtan keskin” , yazılarınızın “kinayeli” olduğunu söyleyenler var. Müzik eleştirisi yaparken, dozu kaçırıp özür dilediğiniz hiç oldu mu, yoksa; yazdıklarımın sonuna kadar arkasındayım mı diyorsunuz?
Tabii ki, sonuna kadar arkasındayım. Uzun uzun ön araştırma yaparım, 3-4 yerden doğrulatırım. Birini eleştirirken, bunu göz önünde bulundurmalısınız.

Sözlüklerde, köşenizin eski sahibi; Lale Barçın İmer’le karşılaştırılmışsınız.Bu konuda söylemek istediğiniz şeyler var mı?
Lale, çok yakın bir arkadaşım, hala görüşüyoruz. Köşesini, yurt dışına yerleşeceği için bırakmıştı o zamanlar, onun yerine bana teklif edildi, ben de kabul ettim. Şu anda İstanbul’da yaşıyor, eskisinden daha bile iyiyiz hatta şu anda.

Bir ara, Yeniköy’de bir bar açmışsınız, sonra neden kapattınız ve başka bir yerde açmadınız?
Ben açmamıştım aslında; sık sık gittiğim bir restoranın sahibi arkadaşımdı, ben de destek olmak için biraz yardımcı oldum. Gürültü olduğu için yukarıdaki müşterileri rahatsız etmemek adına bitirmek zorunda kaldık.

Avea Müzik Blogları Fikir Takımı’nın neresindesiniz, biraz kısaca bahseder misiniz?
Avea ile devam etmiyoruz ama müzik blogları yazarları ile toplanıp, dışarıya kapalı söyleşiler yapmaya devam ediyoruz.

Anathema konserinde stand-up yapmak için sahneye çıkmış ama sinirlenip sahneyi terk etmişsiniz, neden? Sizce; bu konser öncesi bir stand-up gösterisi yapmak kötü bir fikir miydi? Türkiye’deki ilk Metallica konseri öncesinde, sahne alan “Kurban” grubu da sahneden inmek durumunda kalmıştı, sanırım. Benzer bir durum muydu yaşadığınız, sert bir izleyici kitlesine mi tosladınız?
Yarım saat kadar devam ettim, sinirlenip sahneyi terk etmedim. Hatta, sahneye insanlar bile davet ettim. Teknik bir problem de vardı; bana sanatçıların kullandığı mikrofonu vermişlerdi, kendi sesimi duymadan konuşuyordum; kendi sesimi duymuyordum, sağır gibi hissettim, sesim çok uzaktan geliyordu bana, monitörden gelmiyordu, çok rahatsız edici, tuhaftı.

Popvirüs Partileri’ni diğer partilerden ayıran neydi?
Popvirüs Partileri yapıldığı zaman, 2000’lerin ilk yıllarına denk geliyordu. O zamanlar eski Türkçe 45’liklerin çalındığı pek parti yoktu. Israrla Demet Akalın, Kenan Doğulu, Serdar Ortaç benzeri şeyler çalmıyordum. Tarkan çalacaksam da; piyasada çok olmayan, özel bir şey çalıyordum. Facebook’un Türkiye’de aktif olmadığı zamanlardı, “event açmak” bile çok yeniydi;  benim çevrem de etkinlik sayfasını çok paylaştı, bu şekilde yayıldı ve çok popüler oldu; ilk partide İstiklal Caddesi’nde trafik olmuştu, hatta. Popvirüs, zaten köşemin de adıydı. Hatta 45’lik gibi mekanlar bile çok daha sonra açıldı.

“Popçu Dükkanı” konsepti nedir? Ne zaman geliyor?
Geldi bile. Popvirüs’ün çok kendine özgü bir tarzı olduğu için o tarza oturttuğum bir marka, “Popçu Dükkanı” da. Özge Tığ diye bir dj arkadaşım var, birlikte çalıyoruz. Daha henüz,  iki kere oldu.

18 yıl önce yazılmaya başlanan hikayelerden biraz bahseder misiniz?
Bu kitap, 41 bağlantılı öyküden oluşan, tek bir uzun öykü, aslında. Bir erkeğin gözünden, naif, duygularını göstermekten çekinmeyen, tek bir öykünün 41 parçasından oluşuyor. Kitabın ortasında bir milat gibi görebileceğimiz bir ölüm var.

Çok sevdiğiniz için neden özür diliyorsunuz? Sevginizle, sevdiklerinize zarar mı verdiğinizi düşünüyorsunuz yoksa “Ben böyle seviyorum, kusura bakma” gibi bir anlamda mı?
"Ben bildiğim gibi sevmeye devam edeceğim" anlamında.

“Aşk”ın tanımı size göre nedir? “Aşk” ile “tutkulu” ve “saplantılı” aşkı ayıran nedir, size göre?
Aşkın içinde tutku olmazsa; zaten bir kısmı eksik olur. Saplantı iki şekilde olur, bana göre; birincisi: karşı tarafa ulaşamama durumu, acı, kavuşamama, ikincisi ise: o kadar çok emek veriyorsun; kendi sevme biçimine aşık olmaya başlıyorsun, artık o kişiden bağımsızlaşıyor; o zaman "Senin için şu kadar fedakarlık yaptım." gibi bir durum oluyor. Aşkı, “can yoldaşğı” olarak görüyorum. Aşk, fiziksel bir çekim değildir; o kadın-erkek olmakla ilgili. Eğer, buna “aşk” dersen; o zaman benim kitapta anlattığım şeye asla ulaşamazsın. Eğer o aradığı zaman heyecanlanmak vs. olsaydı aşk; o zaman üzerine bu kadar şarkılar yazılmazdı, filmler çekilmezdi.

Kimilerine göre; aşk sadece bir kez karşımıza çıkar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz; kaç kez aşık oldunuz?
Kitaptaki adamın üzerinden söylediğim şey; aşk, insanların hayatında karşısına bir kere çıkan bir şey değildir ama sadece bir kere çıkması da mümkündür. Aşk, ölümsüz değildir. “Belki, sen aşkından daha önce ölürsün”. Tek bir aşk yolu var. Bazen o yolculuğu, tek bir kişi ile sürdürebiliyorsun, bazen birden daha fazla kişi olabiliyor. Yaşadığın bütün aşklar, seni “hak ettiğin aşk”a hazırlar. Geçmişe dönüp baktığında; en çok “aşk” olarak nitelendirdiğin aşka; hayat, seni hazırlar.

Aşkın ateşini harlı tutmak için neler yapmalı?
Her ilişkinin kendine özgü dinamikleri vardır. İnsanlar, hayatlarında yaşadıkları sıkıntıyı genellikle aşk ilişkilerine de yansıtıyorlar. Aşk, kendini bırakmaktır, eğer aşık olmak istiyorsan; “kuyruğu düşürme cesaretinde olabilmek”tir. Zaaflarını gösteren biri, kendine güveniyor demektir. Zaaflarınla birlikte seviliyorsan da, o zaman gerçekten kabul ediliyorsun, seviliyorsun demektir.

Psikolog olarak çalışğınız bir dönem oldu mu? Olmadıysa; neden?
Psikolog olarak çalışmadım. Psikolojiyi ilgi alanım olduğu için okudum. Yazarlık konusunda çok yararlanıyorum tabii ki, bu eğitimimden. Üniversitedeyken de gazetecilik yapıyordum, zaten.

Bir psikolog ile aşk yaşamak, kadınları korkutuyor mu sizce? Onu çok iyi çözümleyebiliyor, nereden vurabileceğinizi iyi biliyorsunuz sonuçta.
Beni tanıdıktan sonra, insanlarda öyle bir kaygı kalmadığını düşünüyorum. Ben hasta kabul eden bir psikolog olmadığım için, aşk ilişkisi içerisinde de psikolog gibi davranmaya kalkmam. Elbette ki; yazar olarak çok yararlanıyorum, bu bilgilerimden. Ben de insanım, ben de hatalar yapıyorum. Bülent Ortaçgil’in bir şarkı sözü var: “Bilmek, çözmeye yetmez” diye, SensizOlmazadlı parçasından, çok severim.



Ressam Elif Karadayı kitabınıza ne kattı? Siz, onun hayatına ne kadar dokundunuz?
Elif, lise çağlarındayken, kadın dergilerinde yazdığım yazılarla kurduğu güçlü bağ, bana o dönemler platonik aşık olduğu için röportaj kisvesi altında benimle tanışması gibi bir önemim var, O’nun hayatında. Yıllar sonra, beni Twitter’dan takibe alıp yeniden hayatıma girmesi, yazdığım bu yazıları, kitap haline getirmem için beni teşvik etmesi gibi bir önemi var benim hayatımda da. Evlendi, mutlu bir hayatı var, çok ünlü bir ressam oldu, kapak çizimi de dahil olmak üzere; kitabın içindeki resimlerin tamamını o çizdi; çizimler ile kitabı yeniden yazdı, adeta. Biz, hala konuşuyoruz, arkadaşız. Onun çizimleri ile bu kitabın tamamlanacağına inandım, belki de olması gerektiği gibi oldu. Belki, o bu şekilde teşvik etmeseydi; bu kitabı hiç yazmayacaktım. Çok ön planda olan bir şey değildi; bu yazıları kitaba dönüştürmek. Bazı insanlar, hayatımıza belirli bir misyonu yerine getirmek için girer diye düşünüyorum, birçok felsefede de bu şekilde yer alıyor, zaten.

Neden 41 öykü var kitabın içerisinde, 41 sayısının özel bir anlamı var mı sizin için? 41 yaşında olmanız gibi? “41 kere maşallah” gibi? J Hayatın anlamı; 42 değil miydi? J
Yazdığım şeylerden bir gün kitap yazarım diye hiç düşünmedim, kitaba dönüştürdüğümde; 41 öykü olduğunu gördüm ama özellikle yapmadım bunu. Yalnız, şunu söyleyebilirim ki; 41 öykü olduğu için 41 iz var. Bir şekilde hayatıma dokunmuş, bir şekilde esinlendiğim insanlar var. İş yerinden tanıdığım insanlar da var; özel hayatımdan da, kadınlar da var erkekler de. O 41’i, 41 öykü çıktıktan sonra buldum. “Belki de kitabın kendisinin bana yaptığı şeydi.” Benim kitaba sormam lazımdı belki, senin bana sormandan ziyade.

Günümüz kadın-erkek ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz? (Erkekler, tek gecelik ilişkiler ile günü kurtarma derdinde, kadınlar ise; evlilik de evlilik diyor...)
Aşk uzaklarda bir yerde bizi bekliyor sanıyoruz. Aşka olağanüstü anlamlar atfediyoruz. Oysa aşk çok yakınımızda. İnsan çok yakınındakini göremez ya, içinizdeki aşkı görmek için de kendinize dışarıdan bakabilmelisiniz. Bunu başardığınızda kendinizle barışma zamanı gelecek. Ancak kendinizle barıştıktan sonra içinizdeki aşkı keşfedip kendinizi “sevda”nın kollarına bırakabilirsiniz. Günümüzde değil, her dönemde kadın-erkek ilişkisini biçimsel yaşayan, yoğurdun kaymağı, gözlerin sürmesiyle ilgilenen çiftler olagelmiştir. Aşk çabuk tüketilecek bir duygudurum değildir. Emek istediği için de zordur. Şimdiki zamanların en büyük gafleti, garabeti sabırsızlıktır.

Mantık evlilikleri, aşk evliliklerine göre, daha uzun mu sürüyor, sizce? Aşık olup evlenenler, aşk bitince; ayrılıyor da zaten mantık üzerine kurulu evlilikler; aşk olmadığı için daha mı uzun sürüyor?
Evlilik zaten bir mantık temeline oturmamışsa yürüyecek bir ilişki modeli değil. Çünkü evlenerek iki kişilik ilişkinizi çok kişili hale getiriyorsunuz. İşin içine çevrenin beklentileri, aileler ve devlet giriyor. Artık “aile salonu”şterisi oluyorsunuz. Ancak aşk bağınız sağlamsa bu badireleri atlatabilirsiniz. Evlilik, içinde aşk varsa, hayatla sırt sırta mücadele ederken sizi çoğaltıyorsa “mantıklı” bir hal alıyor. Zaten böyle hissetmiyorsanız çocuk da yapmayın derim ben. Yani aşk evliliği ve mantık bir arada olursa birlikte yürüyebilirsiniz bu yolu.

Yazarlık serüveninizde, size en çok katkısı olduğunu düşündüğünüz kişi kimdir? (Lisedeki edebiyat öğretmeniniz de olabilir bu kişi, bir tanıdık ve ya çoktan aramızdan ayrılmış, ünlü bir yazar)
Çoğu kişi onu bir "mizah yazarı" olarak tanır ama çok duygusal ve kıvrak bir kalemi vardır. Bir hayranıyken dostum olduğu için çok gururluyum. O kişi Atilla Atalay. Galatasaray Lisesi’ndeki Türkçe öğretmenimin üzerimde emeği çoktur, Allah rahmet eylesin, Öncel Tunçay. Babam bir yazardı ama edebiyatçı değildi yine de kaleminin gücünden çok etkilenmişimdir. JackLondon’dan, Steinbeck’ten, Dostoyevski’den, Leyla Erbil’den, Paul Auster’dan, Oğuz Ataydan ve saymaktan usanmayacağım birçok yazardan etkilendim… Ne yazık ki yerimiz dar.
Şu andaki başucu kitabınız nedir?
Aynı anda birden fazla kitap okuyorum. Gerçek manada başucumda duranlar; 

Mario Vargas Llosa  / Genç Bir Romancıya Mektuplar


Turgut Uyar / Dünyanın En Güzel Arabistanı,


 Leonard Cohen / Book Of Longing


Sizi alıp götüren birkaç müzik parçası adı söyler misiniz?
The Dance of Bad Angels- Booth and The Bad Angel


Yolanda You Learn- Pat Metheny



Hallelujah- Jeff Buckley



En son izlediğiniz oyun?
“Huysuz” adlı müzikali izledim Trump Towers’ta. Molière oyunlarından bir kolajdı. Oyunculuklar, kostümler, koreografi, şarkı sözleri harikaydı. Başta Engin Alkan olmak üzere emeği geçen herkesi tebrik ederim, tavsiyemdir.

En son izlediğiniz film?
Blue Is The Warmest Color (La Vie D’Adele)… Gerçeklik hissinden çok etkilendim.



Sizin hakkınızda, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış, çok az kişinin bildiği bir şey söyler misiniz?


Renk körüyüm. Küçükken niyetçilik yaparak çok para kazandım. Üniversite sınavında ilk 200’e girdim ama dershanede seviye tespit sınavında sıfır çekmiştim.  Aşk ve güvenin bir araya gelebileceğine inanırım kul şayet arifse… ;)



Tolga Akyıldız'a, kahve eşliğindeki bu güzel röportaj için teşekkür ederim.
Umarım sizler de beğenerek okumuşunuzdur.

Tolga Akyıldız'ı Twitter'da takip etmek isterseniz:

https://twitter.com/takyildiz



Tolga Akyıldız'ın "özür dilerim çok sevdim" adlı kitabını, 
aşağıdaki linkten satın alabilirsiniz:

http://www.idefix.com/kitap/ozur-dilerim-cok-sevdim-tolga-akyildiz/tanim.asp?sid=T37LSOX9XD5DLVYFZGF4

Bu arada, kitap çok hızlı satılıyor; 

bu da ikinci kitabın da gelebileceğinin sinyallerini veriyor, bilginize.. :)

Sevgiler,

Beril Öke Gülen

3 Şubat 2014 Pazartesi

Röportaj: Derin Sarıyer

Blogumda, yetenekleri ve yaptıkları ile dikkatimi çeken kişiler ile röportaj yapacağımı söyleyeli ve ilk röportajımı yapalı, neredeyse 2 yıl olmuş.. :)

Sözümü unuttum mu? Tabii ki unutmadım.
Yeni bir röportaj ile karşınızdayım; 
sizlere başka bir dünyanın (insanın hayatının) kapılarını açıyorum :)


Bahsettiğim kişi: "Derin Sarıyer".
O'nu birçoğumuz, iç mimar- tasarımcı -sanat yönetmeni olarak ve
şimdilerde dünyaca bir üne sahip "Derin" markası ile tanıyoruz.


Derin Sarıyer, 1972 doğumlu. Bilkent Üniversitesi / İç Mimarlık Bölümü mezunu.
1997-98 yıllarında, İtalya'da, Cappellini Tasarım Ofisi'nde çalışmış. Şu anda, halen, babası, Aziz Sarıyer'in adını verdiği "Derin" adlı tasarım ofisinde, sanat yönetmeni ve mobilya tasarımcısı olarak çalışıyor. Kendisi gibi iç mimar olan eşi Beliz Sarıyer'den çok kısa bir süre önce, bir bebeği dünyaya geldi; bebeğin ismi de, babasının ismi gibi "Aziz" oldu.

Bugünlerde ise; O'nu müzisyen kimliği ile de tanıdık.
Henüz tanışmamış olanlar için ilk videosu aşağıda yer alıyor:


Derin Sarıyer - Herkes Bir Şey Biliyor (Official Video)

Söz-Müzik: Derin Sarıyer 
Düzenleme-Mix: Oğuz Kaplangı
Mastering: Pieter Snapper
Yönetmen: Dilek Altan

Gelelim röportaja:

  • Network ile yaptığınız moda çekiminde ofisinizde, hiyerarşik sistemin minimumda olmasını tercih ettiğinizi belirtmişsiniz. www.derindesign.com 'da bile, tasarımcılar alfabetik sıraya göre dizili. Babanız, Aziz Sarıyer, markanın kurucusu olmasına rağmen; ikinci sırada yer almaktan rahatsızlık duymuyor. Buradan yola çıkarak; ailenizde "eşitlikçi" bir siyasi görüşün hakim olduğunu söyleyebilir miyiz?



Siyaseti, "günlük-anlık" olarak takip ediyorum ama siyaseti konuşurken; "geniş zamanlı" konuşuyorum. Genel olarak; sol ve liberal görüşlü arkadaşlarım var. Eşitlikçi görüşün, bir duvara toslama anı olduğunu; insanlar arasında; ister istemez bazı eşitsizlikler olduğunu düşünüyorum. Bunlara örnek verecek olursam; fiziksel görünüş, yaşla ilgili biyolojik etkiler, IQ gibi. Buna karşı; hiçbir siyasi görüşün önermesi yok. Michel Houellebecq adlı, Fransız yazarın sevdiğim bir tanımlaması vardır; "Nihilizmin hiçlik duygusunun, sosyalizm sosuna batırılmış hali".

  • Yine Network röportajınızda; genel olarak hep siyah giydiğinizi, mutlaka kemer kullandığınızı ve kendinizi içinde rahat hissetmediğiniz giysileri, eve gidip değiştirdiğiniz söylemişsiniz, başka takıntılarınız var mıdır? Asla giymem dedikleriniz nelerdir?

Network, beni aradığında; sanıyorlardı ki; modayla ilgili söyleyecek çok şeyim var ama aslında yok. Giyinmek, her şeyden önce bir ihtiyaç; giyinmeden dışarı çıkmak, mümkün değil. İşin içine, iklim, sosyoloji ve çeşitli anlayışlar da giriyor. Genel olarak hep siyah giyiniyorum, cep telefonum da siyah ama bu her şeyin siyahını alacağım anlamına gelmiyor. Yakın zamanda, bir akustik gitar aldım, örneğin; ahşap rengi, siyah değil. Doğal görünüm benim için önemli. Arkadaşlarım, "Neden gitarın siyah değil, ahşap rengi?" diye soruyor ama ben "Derin, her zaman siyah alır." görüşünden hoşlanmıyorum. Kullanacağım gitar siyah olsa; zorlama olacak, doğal değil. Ben "siyah-çı" değilim, doğal hali neyse onu kullanmayı tercih ederim. Kırmızı olan bir şeyi kırmızı kullanırım, siyah istemem.

 Bol kesim sevmem; dar kesime varım ama "bol"a asla. Şapka kullanmam; şapka kullanmaya uygun bir baş yapım olmadığını düşünüyorum. Güneş gözlüğü, kesinlikle kullanmam, numaralı gözlük ve ya lens kullanıyorum, sadece.


  • Giyimle insan psikolojisi arasında ciddi bir ilişki olduğunu mu düşünüyorsunuz? Buradan yola çıkarak; Derin Sarıyer'in psikolojisinden biraz bahseder misiniz? ( Örneğin; çok büyük gelgitleri olmayan, genellikle sakin bir mizaca sahip, ne istediğini bilen, kendini çok iyi tanıyan, rahatına düşkün, istikrarlı, planlı-programlı, olgun bir insan olduğunuzu söyleyebilir miyiz?)
İnsanın giyim tarzı ile psikolojisi arasında, paralel bir bağlantı yok. Kafam o kadar dolu ki; giyimle ilgili kafamda bir soru olmamalı. Benim çok sade, sofistike olmayan bir giyim tarzım varsa; diğer yapacağım şeylere yer açmak için böyle giyiniyor olabilirim. Planlı-programlıyım, onu kabul etmem gerekir. Bir şey yaptığım zaman, onun yerini bulmasını istiyorum ve yerini bulması adına, yapacaklarımı yapayım ama o beni, çok komplike detayların içine sokmasın. Bir detayla geliyorsa; onu pek kabul etmiyorum, yine bildiğim gibi yapayım, duygusu oluyor.

Bir insana baktığımda, o insanın karakteri hakkında fikir sahibi olurum diyemem; falcılık değil benimki. 
  • Giysi alışverişi yaptığınız markalar hangileridir?
Neil Barrett , Jil Sander , ... No-name şeyler de giyebilirim, H&M'den de alabilirim. O anlamda, kolay bir insanım. Sürekli çalıştığım bir terzi var; ona şurası böyle olsun, burası böyle olsun diye tarif ediyorum, o da yapıyor. Klip çekimimde, NIKE Air Force ayakkabı modelini giydim; bilekli olanları, siyah ve beyaz renkleri var; toplam 4 tane. Onları, takım elbisenin altına da giyebilirim. Türkiye'de, "siyah jeani , okul üniforması olarak giyen ilk kişi" olabilirim. Sanırım, 1985-86 yıllarıydı; siyah jean, henüz Türkiye'de yoktu ve ya daha popüler değildi, o zamanlar. Bana sevdiğim giysileri, yurt dışından satın alan bir çevrem de var, ayrıca. Senede 1 kez alışveriş yapıyorum. Ayakkabılarımı, internetten seçiyorum, amazon.com 'dan satın alıyorum. "Farklı olmak" gibi bir iddiam yok.
  • Sizin için, rahatlık ve belirli bir standardı yakalamak, önemli. Kesimler, renklerden daha önemli. Siyahtan vazgeçemiyorsunuz. Beğendiğiniz kesimli bir giysinin farklı renklerini de satın alır mısınız? 

The Fly / Sinek filimindeki profesörün dolabında aynı ceketten 8 tane vardı, diye hatırlıyorum, onun gibi bir durumum var benim de, beğendiğim giysinin aynısından 5 tane alabilirim. Kesimler ile ilgili, belirli bir tutarlılığım var. Beyaz gömlek de severim, mesela. Yine de beğendiğim kesimin siyahını alırım, genellikle. 

  • Eşinizle tanışma hikayenizde bile bir gözlem, plan, hedefe odaklanma, sonuca ulaşma süreci söz konusu. Yıllarca, onu gözlemlemiş, tanışmayı planlamış, tanışma fırsatı elinize geçince ise; bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirerek, sonuca ulaşmışsınız..

Aynı lisedeydik. Okula yeni gelmiş, hoş bir kız diye düşünüyordum. Saint Joseph'li arkadaşlarıma anlatıyordum; "Beliz" diye bir kız var diye biliyordu, hepsi. Aradan, 10 seneye yakın bir süreç geçti, bir gün Milano'da bir fuarda karşılaştık. (Bu arada, başka biriyle evlenip boşandım bile hatta.) Arkadaşlarımın önerisi ile gittiğimiz restoranda akşam yeniden karşılaştık, derken masalar birleşti, yemekten sonra, daha loş bir ortama geçildi. Ertesi gün, Londra'ya uçağı vardı, onu havaalanına bırakmayı teklif ettim. Bu bir şanstı ve değerlendirdim; planlı bir şey değildi, aslında. 1 hafta sonra Londra'ya yanına gittim ve böyle başladık, derken evlenmeye karar verdik.

  • Yine verdiğiniz bir röportajda, 2015'lerde, 2020'lerde nasıl bir dünya olabileceğini kurguladığınızı söylemişsiniz. Tasarımlarınız da futuristik olarak tarif edilebilir mi?  
Tasarımlarımız, bugünü-şimdiyi anlatsın, ileriki bir tarihte bakıldığında da bu dönemi anlattığı düşünülsün istiyorum. Mobilya tasarımı konusunda, şu anda 70'lere, romantik döneme daha yakın bir anlayış olduğu için, bugünü anlatan tasarımlar, "futuristik" kalıyor, bence.

  • Okuduğunuz kitaplardan, izlediğiniz filmlerden, takip ettiğiniz tasarımcılardan mı etkileniyorsunuz? Kısaca, nelerden ve kimlerden esinleniyorsunuz?
Küçüklükten itibaren, insanın içinde bir his vardır. O yazarları aradım, buldum. Babam gibi, ağabeyim gibi oldular. Kurgudan, edebiyattan çok, felsefe ve psikoloji ilgimi çekti. Yazar olarak; Irwin Yellowitz , Victor Frankl , Rollo May , Schopenhauer , Nietzche , Camus, Sartre . Günümüzden; John Gray , Zizek gibi isimleri okuyorum.


Tasarımcı olarak; Jasper Morrisson , Konstantin Grcic ve Japon tasarım stüdyosu; Nendo .

  • Tasarımlarınızı isimlendirirken, oluşturduğunuz konseptlerden mi yola çıkıyorsunuz? "Air, Fly, Dolphin, Wind, Boomerang" dikkatimi çeken isimlerden. Doğaya bir göndermeniz var mı? Konseptlerinizden birkaç örnek verebilir misiniz?
Tasarımların isimlerini ben veriyorum. İsimleri, ürünün kendi duygusuyla ilgili. Bazen, tasarımcısının ismini verdiğimiz de oluyor. Örnek: Arif Özden tasarımı bir sehpa grubuna; "Ar" simini verdik. 


"Ar"

Tasarımlar, tek tek ortaya çıkıyor; belirli bir konsept yok, genelde. "Dolphin", tasarlanırken; şezlong formundan yola çıkılmış, yunusun hatlarından ortaya çıktığını tahmin ediyorum; çok çok soyut bir yunus. Yine de tasarımcısı Aziz Sarıyer'e sormak lazım. Doğaya gönderme yaptığımız tek isim olabilir.


  • Tasarımlarınız, rafine bir zevkin ürünü, alabildiğine sade. Klasik Türk evleri düşünüldüğünde; şu anda 50 yaş üzerinde olan kuşağa hitap edebildiğinizi düşünüyor musunuz? Yoksa; hedef kitleniz, daha çok "yuppie"ler midir? (*yuppie: young urban professionals / şehirli genç profesyoneller)
"Aktif, kent merkezli, hızlı şehir yaşamına uygun" diye tanımlayabiliriz tasarımlarımızı. Ürünlerimizin kullanıldığı yerler; çalışma alanları. Evler de var ama artık iletişimin hızlanmasıyla, ortak alanların daha ön plana geldiği, çözüm önerileri yapıyoruz, diyebilirim. "Altın oranlar, kutsal geometriler, her tasarımın kendi içinde bir matematiği olsun" istiyoruz. 


Türkiye'den bahsedecek olursak; son 10 yıldır, uluslararası ortaklıklar, yeni bankalar çok revaçta. İstanbul, ciddi bir metropol haline geldi. O anlamda; uluslararası bir dil kullanıyor, o markanın zevkine hitap edebileceğine inandığımız kişileri hedefliyoruz. Yaştan, çalışanlarının hayat görüşünden bağımsız, o markanın kimliğini yansıtabilecek çözümler buluyoruz. Belki, o markaların çalışanları, o ürünleri kendi evlerinde kullanmıyorlar ama merkezlerinde bulunsun istiyorlar.

  • Yakın zamanda, ödül alan bir tasarımınız var; adı "Nas Small Table". 
"Nas" ne demek, neden bu ismi seçtiniz?

IDA 2012 International Design Awards'ta üçüncülük ödülü aldı. "Nas" Türkçe'de kullanılan bir sözcük, aslında. Keskin, hatta neredeyse; "dogmatik" demek. Keskin, formsal anlamda değil; dogmatik anlamda bir keskinlik.

  • Kendi evinizde, "Derin" tasarımı mobilyaları kullanıyor musunuz, başka tasarımcılardan mobilyalar ve objeler de var mı? Varsa; hangi tasarımcılardan?

Eşim Beliz, her şeyi planladı; kendisi de iç mimar zaten. Bana kalsa; bir yatak ve az eşya, yeterli olurdu. Yine, bizim tasarımımız olan mobilyalar ile çözüldü.

  • Sizi, iç mimar olarak tanıdık, sonra bir de baktık ki; müzik sektöründe, karşımızdasınız. "Herkes Bir Şey Biliyor"un videosu da tasarımlarınız kadar sade. Zamansız-mekansız, adeta Matrix'te her şeyin mümkün olduğu, beyaz boş alan gibi. Simsiyah giyinerek,  fon ile bir kontrast oluşturuyorsunuz. Tüm dikkatin-odağın, sizin üzerinizde olmasını mı planladınız, bu şekilde kurgularken? Müziğe atılmanızın arkasında; söylemek istediklerinizi, artık üç boyutlu nesneler aracılığı ile değil de, "kelime"ler ve "melodi"ler ile anlatma isteği vardı?
Küçüklüğümden beri gitar çalıp şarkı söylüyorum, zaten. Bununla ilgili bir şeyler yapma düşüncesi, her zaman vardı. Ürün tasarımı ile şarkı yazarlığı arasında benim kurabileceğim bir bağ yok. İçimden geliyor, paylaştığımda rahatlatıyor. 

Video için, kendini ifade ediş biçimi, mesleğimi ortaya koyuş biçimi ile aynı. Videoda, bembeyaz bir ortam ve ben varım. O beyazlığı seçmemin nedeni; şarkının sözlerine ve duygularına uygun, onlara adapte edebileceğimiz bir hareket ve "edit" biçimi var, orada, o yüzden. Sade, minimal bir tavır, değişmeyecektir. Çok karmaşık şeyleri sevmiyorum, zaten. Videoda, alternatif yaklaşımları sevmiyorum. Video, şarkıya eşlik etmeli, onu yükseltmeli; şarkının önüne geçmemeli. Videoyu takip etmeye çalışırken; şarkıyı kaçırmamak lazım.
  • 1987, kar tatilindeki çocuğun hikayesi nedir?
Şarkının girişini, bölüm bölüm yazdım. Şarkıyı yazarken; belirli duygular içerisindeydim. Geçmişi düşündüğümde, mutluluk ile ilgili bir anı hatırlamak istedim. Arada, sembolik bir gönderme yapmak istedim, 87 tatili ile. "İkinci verse" ve "köprü"yü, sonradan yazıyorum. Aralarda, tekrar düşünerek yazıyorum. Eski bir şarkıyı açıklamam gerektiğinde; yapay oluyor. Bende söz ve müzik, elimde gitarımla beraber gelişiyor. %60'ı, kendiliğinden birlikte ortaya çıkıyor. Bazı şeyler ise; kendiliğinden öne çıkıyor.

Melodi konusunda çok hassasım; şarkı yazarlarının çoğu; vokali kaydederler, sonra götürürler. şarkının içinde kullandığım unsurları, burada bu ses var, burada bu ritim var diye veriyorum. Ben verdiğimde; canlı keman yoktu, tamamen Oğuz Kaplangı'nın fikriydi, biz O'nunla ortak yol alıyoruz. Birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Şarkının bir yerinde, arka planda, çocuk sesleri kullandık, mesela, yine ortak kararımızdı.


  • Derin Sarıyer, tasarımcı tarafının yanında, bir de düşünen-sorgulayan, biraz çocuk, biraz romantik, biraz duygusal bir yanı da olduğunu mu göstermek istiyor, bize? Hayatının farklı bir döneminde mi?
1992 yılından, evde kaydettiğim parçalar var. Bir noktadan sonra paylaşmak istedim. İnsanın aklına; ölümlü olduğu geliyor ve kalıcı bir şeyler bırakmaya çalışıyor, o noktadan sonra. "Zamanım daralıyor olabilir; artık paylaşmalıyım." dedim, kendi kendime.

  • Yabancı müzisyenlerden yaptığınız müziğe ilham olan biri var mı? Ya da şu müzisyeni, kendime benzer görüyorum dediğiniz biri?

Sevdiğim müzisyenler; Richard Aschcroft , Terry Hall , Alain Suchon , Johnny Marr ve daha bir çok isim var, şu an için aklıma gelenler, bunlar. The Beatles da var, tabii ki, söylememe gerek var mı? Özellikle, Richard Ashcroft " A Song For The Lovers" çok severim. Kendi yaptığım müziğe benzettiğim bir müzik yok, şu anda.

  • Müzikteki hedefiniz nedir? Mesela, ben sizi, loş ve samimi ortamıyla Babylon'da ve ya benzeri bir yerde, canlı dinlemeyi çok isterim. Aklınızda, böyle bir plan var mı, düşünür müsünüz böyle bir mekanda, sahne almayı?
Müzikteki hedefim; hayatımın sonuna kadar şarkı yazıp paylaşmak. Hayatıma resmen "yepyeni" bir şey kattı. Mutluluk ve heyecan verici benim için. İçinizden gelen bir şeyi paylaşıyorsunuz, "o, sizsiniz". Kendimi o kadar iyi hissediyorum. "Bu ne biçim şarkı?" diyen insanla zaten anlaşamam. "Cesaret örneğisiniz." diyorlar; esas, yapmasaydım; bu "cesaretsizlik" olurdu, kendime haksızlık etmiş olurdum. Üretmekten zevk alıyorum. Müzik konusunda çok okurum, araştırırım.

Babylon için plan yapmadım ama birkaç şarkı birikirse; yapabilirim de. "Cover" çalmak istemem, öyle bir isteğim yok. Teknik yeteneğimiz, yeterli ama karar verirsek, altından kalkabiliriz. 

  • Müzik konusunda çok bilgi sahibisiniz, neden bir müzik köşesi yazmıyorsunuz?
Öyle bir düşüncem yok ama yazabilirim de aslında, teklif gelirse; neden olmasın?


Derin Sarıyer'i Twitter'da takip etmek isterseniz:


https://twitter.com/derinsariyer

iTunes 'tan "Herkes Bir Şey Biliyor" single'ını almak isterseniz:

https://itunes.apple.com/tr/album/herkes-bir-sey-biliyor-single/id745158306


Bu çok keyifli röportaj için Derin Sarıyer'e,
röportaja aracı oldukları için Deniz Ülkütekin'e ve İdil Berkant'a teşekkürlerimle..

Umarım sizler de keyif alarak okumuşsunuzdur, yorumlarınızı bekliyorum mutlaka! :)

Beril Öke Gülen