7 Mart 2012 Çarşamba

Röportaj: Alper Bahçekapılı

 Blogumun sevgili takipçileri,

Bugüne kadar bu blogda, hep "benimle yapılan röportajları" okudunuz belki 
ama 
artık "benim yaptığım röportajları" da okuyacaksınız.

Yetenekleri ve yaptıkları ile dikkatimi çeken kişilere blogum için röportaj yapacağım.

Blogumun ilk röportajı, Alper BAHÇEKAPILI ile.


·         SABAH gazetesinde  ve VOGUE dergisinde köşe yazarı olmanızın dışında bir de  NOKIA’da çalışıyorsunuz, oradaki göreviniz nedir tam olarak?
Aslında benim asıl işim Nokia’da. Sabahları Nokia ofisine gidiyorum. Sabah ve Vogue’da köşelerim olsa da oralara bir tek sayfalarımı kontrol etmeye giderim. Nokia Genel Müdürlüğü’ndeyse Nokia Müzik ve muhtelif  projeleri yönetiyorum. Fazla detaya girmem doğru olmaz. Çünkü o projelerin bir kısmı henüz açıklanmadı. 

·         “19 yaşındayken bir konserde …” bu cümleyi siz tamamlar msınız?
19 yaşındayken bir konserde sahnede olmak isterdim.  Ama sanırım buna hiçbir zaman tam olarak yeteneğim olmadı. Çaldığım enstrümanlarda kendimi eğlendirmenin ötesine geçemedim diyebilirim. Herhalde bu hevesimdendir ki, sahnede olmak dışında müzikle ilgili her alanda yer aldım.

·         “Rolling Stone” dergisinde de müzik üzerine yazıyordunuz; kariyerinizde  bu kadar ilerlemenizi, doğru zamanda doğru yerlerde olmanıza mı borçlusunuz?
Kariyerde ilerlemek biraz göreceli bir kavram. O yüzden böyle bir şey benim için geçerli mi pek kestiremiyorum. Pek de umrumda değil açıkçası.  Bugunkü geldiğim noktada aldığım kararlar ve attığım adımlar önemliydi. Rolling Stone’da editörlük yapıyordum. Oraya beni daha önce yaptığım şeylerin getirdiğini düşünüyorum. Bu bence doğru  zamanda doğru yerde olmanın ötesinde bir şey. Hayatta herkesin karşısına farklı yol ayrımları çıkıyor. Oralarda nereye döneceğine karar verip kendi şansını yaratabiliyorsun. Sanırım ben, şansın da yardımıyla oralarda güzel kararlar verdim. 


·         10 yıl önce “You wanna read what common people read?” mottosuyla “LULL” adıyla yayınlanan müzik dergisini çıkaranlar arasında olduğunuzu biliyorum. “Pulp / Common People” parçasına bir gönderme miydi mottonuz? Derginin akıbetini öğrenebilir miyiz?
Evet, Pulp’ın Common People’ına bir göndermeydi. Biz Bursa’da canımız sıkıldığı için, 2001’de Lull’ı yayımlaya başlamıştık. Dergicilik hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Kendi kendimize bilgisayar başında oturup, matbaalara koşturup hazırladık dergiyi. Sırtımıza 50-100 dergi alıp dağıtımını kendimizin yaptığı dönemleri hatırlıyorum. Yaşımız o işler için çok küçüktü. Ben 19 falandın. Sonra işler büyüdü, Lull ulusal bir dergi oldu. 2 senenin sonunda bir gün tıpkı başladığımız günde olduğu gibi, canımız sıkıldı ve bıraktık. Başlarken 10.000 TL zarar edince bırakırız demiştik. Sanırım 25.000 TL falan zarar ettik. Uzun süre borç ödemiştim...


·         Twitter’da aktif bir kullanıcısınız aynı zamanda. 3000 civarında takipçiniz var. Zaman zaman iğneleyici, zaman zaman da nüktedar “tweet”ler yazıyorsunuz. “24 yaş sınırı” gibi konuları eleştirirken, bazı çevrelerden  tepki almaktan ya da düşman edinmekten çekinmiyor musunuz?
Söylediklerimde ciddi olsam da, ben kendimi bu kadar ciddiye almıyorum. İğneleyici yazılarım var elbette ama sıra bana gelene kadar dünya kadar insanla uğraşılıyor. Ama asıl konu şu; ben kendimi bildim bileli yazı yazıyorum. Eğer yazı yazıyorsanız hakim olduğunuz konuda, ne olursa olsun görüşlerinizi açıklamaktan korkmamalısınız. Yoksa yazdıklarınızın hiçbir anlamı kalmaz. Bu yüzden, belirli etik değerlerin dışına çıkmamak suretiyle, yazdığım hiçbir şeyde korkmadım. Aksine, eğer yayınlanacağını bilseydim, çok daha agresif yazılar da yazabilirdim.

·         Birçok festivalde, bazı geceler de Kiki ve Tektekçi’de  dj’lik yaptığınızı biliyorum. Ne tür müzikler dinleyebiliriz oralarda sizden?
Genelde her mekanda farklı şeyler çalıyorum. Ama asıl odak insanları eğlendirmek oluyor. Indie-disco’dan Motown dönemine kadar uzanan farklı tonlarda şarkılar ön plana çıkıyor.


·         rastgelenotlar.tumblr.com adresinde, “Rastgele Notlar” adında bir de sayfanız var, yazılarınızı orada da paylaşıyorsunuz. Ayrıca 3 yıl boyunca SAKİN grubunun da menajerliğini yapmışsınız. Bu kadar şeyi yapmaya nasıl vakit buluyorsunuz, bilmediğimiz süper güçleriniz mi var?
Süper güçten ziyade sanırım bir zaafım var. Bir şeyler yapmadan duramıyorum. Bu sadece iş anlamında geçerli değil. İş dışında sosyal hayatımda da aynı şekilde takıldığım için genelde hiç vaktim olmaz. Az uyumaya alıştığım için mutluyum. Biraz daha fazla vakit kazanmama sebep oluyor. Başka grupların da menajerliği yapmıştım ama Sakin’in yeri ayrıdır. Onlarla birlikte olduğumuz üç sene boyunca çok keyifli vakit geçirdik. Çok fazla inandığım bir topluluktu. En başından birlikte yol almış olmak da ayrıca güzeldi. Hayatım boyunca unutmayacağım bir başka dönemdi benim için. Vakitsizlikten, üzülerek bırakmak zorunda kalmıştım onları. Ama hala çok yakın arkadaşlarımdır. Sık sık görüşürüz.


·         Yazılarınızda klişe cümlelerden uzak durduğunuzu, dikkat çekici başlıklar, eğlenceli benzetmeler- karşılaştırmalar kullandığınızı, kısacası; kendinize özgü bir üslubunuz olduğunu görüyorum. Bu altyapıyı nerede edindiniz; ailenizde “yazı yazmak”la ilgilenen var mı, eğitiminiz hakkında biraz bilgi alabilir miyiz?
Ailemde yazı yazmakla ilgilenen kimse yok. Ama beni çok küçük yaşımdan itibaren kitap okumak konusunda ciddi şekilde motive ettiler. Çok fazla okurdum, hala da okurum. Bunun etkisi olabilir. Çok küçük yaştan itibaren de yazı yazardım. Alışkanlığım oradan geliyor. Ama eğitimimle pek alakası yok. Benim eğitimim liseden başlayarak hep fen-matematik üzerineydi. Sonrasında İşletme okudum. Üzerine MBA yaptım. Yetmedi, bir başka Yüksek Lisans’ımı da Kültür Yönetimi üzerine yaptım. Şimdi böyle sıralayınca biraz ukalalık yapmışım gibi oldu. Onu da düzelteyim. Özellikle Türkiye’de, birkaç tanesi dışında, üniversitelerde okumanın hiçbir anlamı olmadığını maalesef görmüş bulunuyorum. Yani okullardan çok da bir şey öğrenmedim. Yine de, beni disipline soktuğunu düşündüğüm için öğrencilikten hiç kopmadım. Hala da, tez yazmaya çalışan bir öğrenciyim.

·         Benim de çok sevdiğim  biri olan “Woody Allen”la yaptığınız röportajı unutamadığınızı söylemişsiniz, http://www.musicalife.org sitesiyle gerçekleştirmiş olduğunuz röportajda, bu kadar unutulmaz kılan neydi o röportajı?
Çok fazla isimle röportaj yaptım. O kadar ki, arada eski dergileri karıştırken tek kelimesini bile hatırlamadığım röportajlarımla karşılaşıyorum. Woody Allen röportajım, nedense bir başka oldu. Benim hayatta en çok sevdiğim yönetmenlerden biridir Woody Allen. Röportaj yaptığım insanlara, ne kadar büyük isimler olursa olsunlar hayranlığım yoktur. Çünkü herkesle röportaj yapmaya zamanla çok alışıyorsunuz. Woody Allen’la aynı masaya oturduğumda henüz 24 yaşındaydım. Belki yaşımdan, belki de ona karşı olan büyük hayranlığımdan çok etkilenmiş olabilirim. Şimdilerde o anki aynı heyecanımı hatırlamakta zorlanıyorum. Match Point’i yeni izlemiştik, Londra’daydım, Türkiye’den Woody Allen’la ilk ben röportaj yapıyordum. Heyecanlıydı çok. Bak şimdi filmden çıktığım, Match Point’in Londra’da çekildiği yerlerde tek başıma yürüdüğüm anlar geldi aklıma, güzeldi işte, çok.


·         Hiç kitap yazmayı düşündünüz mü? Yazacak olsaydınız; ne hakkında olurdu?
Düşündüm. Düşünüyorum. Var bazı planlar. Burada detaya girmesem iyi olur ama.

·         En son okuduğunuz kitap?
Bu kadar geciktiğim için pişman, ama okuduğum için çok mutlu olduğum bir şey; Kürk Mantolu Madonna. Nasıl olmuş da Sabahattin Ali’yi bunca zaman keşfedememişim bilmiyorum. Aslında böyle bir Türk edebiyatı klasiğini lisedeyken okumam gerekirdi. Ama ben o sırada integrallerle ve kareköklerle çok meşguldum herhalde. Ali’nin olağanüstü derinlikte bir dili var, aşırı etkilendim. Okuma listemde diğer kitapları da var.


·         Bize, çok az bilinen ama sizin okuma şansına eriştiğiniz bir kitap tavsiye eder misiniz?
Bu kadar iddialı bir tavsiye yapabileceğimi sanmıyorum. Ama hayatımda beni çok etkileyen bazı kitapları sıralayabilirim. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı varoluşsal sorunlarıyla beni şekillendiren kitapların başında gelir. Oruç Oruoba’nın İle’si aşk ve aşka dair en ağır, çıkmaz sokaklarda gezinen kitaptır benim için. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin kurgusuna bayılırım. Yeni dalga sineması gibi örmüştür olayları. Anlattığı Ankara ürpertir beni. Klasiklerden Suç Ve Ceza beni yerden yere vurup, büyük sıkıntıya sokmuştur. Yaz tatilinde, deniz kenarında okumuş olmam ayrıca sarsmıştı beni. Marcel Proust ve Albert Camus da beni yakan yazarların başında gelir. Onlar yüzünden uzun zaman depresyonda gezdim. 


·         En son satın aldığınız müzik albümü?
Hospitality / Hospitality.

·         Bize, çok az bilinen ama sizin dinleme şansına eriştiğiniz bir müzik albümü tavsiye eder misiniz?
Tavsiye ederim ama dinleyemezsiniz, Sakin’in asla yayınlanmayan ikinci albümü.

·         Müzik eleştirmenisiniz ve müzik listeleri için zaman zaman jüri üyeliği yapıyorsunuz. 2011’in en iyileri sizce kimlerdi?
Burada uzun uzun sıralamayayım şimdi. PJ Harvey’nin Let England Shake’i bence 2011’nin en iyi albümüydü.


·         Glastonbury gibi dünya çapında büyük festivallerde bulunmuşsunuz. En unutulmaz festival anınızı öğrenebilir miyiz? (Sahne arkasında yaşadığınız bir şey de olabilir)
O kadar çok şey var ki. Anlatmakla bitmez. Ama en son gittiğim festival Glastonbury olduğu için ondan bahsedeyim. Özel bir biletle gittiğimiz için hep sahne arkalarındaydık Glastonbury’de. Kate Moss, Agyness Deyn sürekli bizimle aynı ortamlarda takılıyordu. Daha doğrusu biz onlarla. Kahvaltıda yanımıza Bono gelip oturuyordu. Ama bir başka şey beni daha çok şaşırtmıştı. Bir sabaha karşı, yine sahne arkasındayken yanıma gelip bir kadın bir şeyler söylemeye çalışmıştı. Çok sarhoştu, ayakta duramıyordu. Etrafta hiç kimse de yoktu. Biz de bir partiye yetişmeye çalıştığımız için pek sallamamıştık. Meğer, bir şeyler anlatmaya çalışan kızımız Alexa Chung’mış. O gün de dört yıllık sevgilisi, Arctic Monkeys’in vokalisti Alex Turner’dan ayrılmış. Ertesi gün gazetede görünce anladım. Ne diyecekti, ömrüm boyunca merak edeceğim. Bir de 18 yaşındayken, bir Radiohead konserinde, sahne arkasında Thom Yorke’u görüp, ne söyleyeceğimi bilemeyip, “Love you Thom!” demişliğim var. “Yeah, sure” diye cevap verip kulisine girmişti. Hala utanırım. 


·         İzlediğiniz konserler arasında, sizi en çok etkileyen sahne performansı kime aitti?
Bu da çok ama çok zor bir soru. İstanbul’daki Rammstein konserini unutmam. Gördüğüm en iyi sahne performanslarından biriydi. O muazzam dekorun altında, ortamı film noir tadında bir sirke çevirmişlerdi. Bir diğeri, Sidney’de izlediğim Pixies konseriydi. İzlediğim ilk Pixies konseri olduğu için çok etkilenmiştim. Bir başkası da Janelle Monae’nin 2011’deki akıl almaz Glastonbury şovu’ydu. YouTube’da var. Mutlaka izleyin.

·         Hayat felsefeniz nedir?
Ben aforizmacı insanlardan değilim. Aforizmalara da inanmam. Dolayısıyla hayat kadar geniş bir şey üzerine tek bir felsefem olamaz. Olursa da –bence- yanlış olur. Durumlar üzerine konuşan, davranan bir insanım. Yani bir hayat felsefem yok. Düşündüklerim yaşadıklarım doğrultusunda her an yeniden değişebilir, revize olabilir.

·         Bir kediniz var sanırım, adı nedir? Siz de müzikle ilgilenen birçok kişi gibi, kedinize müzisyenlerden birinin adını mı verdiniz? Başka bir evcil hayvan besliyor musunuz?
12 yaşında bir siyam kedimiz var. Onu çok uzun zaman önce aileme bıraktım. (Yalan söylüyorum, alır almaz onlara bırakmıştım). Senede bir kere görebiliyorum onu. Çok ‘cool’ olacağını düşündüğüm için adını Pearly konuşmuştum. Radiohead’in aynı isimli şarkısından esinlenerek. Hiç de cool olmadığını sonradan anladım. Zaman içinde adı evrilip sadece Pearl oldu. Şimdiki kedilerimize daha buralı isimler koyuyoruz. 2 yıldır baktığımız dişi kedimizin adı Rahşan. Önce Tansu (Çiller) koyacaktık ama, sonra Rahşan (Ecevit) daha sempatik geldi. Geçenlerde kaçıp, altı ay sonra eve geri dönen erkek yavrusunun ismi de Bülent.

·         Koleksiyonunu yaptığınız herhangi bir şey var mı?
Bir klişe olarak; plak. Onun dışında gittiğim her festivalin, konserin, bindiğim her uçağın biletini saklarım (Bunlarda da klişe sanırım). Henüz onlarla ne yapacağıma karar vermedim.


·         Kasetlerinizi hala saklıyor musunuz- dinliyor musunuz?
Röportaj kasetlerinden bahsediyorsun sanıyorum. Evet saklıyorum, bir çoğunun üzerine de başka şeyler kaydettim. Ama Fringe’nden öğrendiğim kadarıyla o kasetlere gerekli manyetik gücü uygularsam önceki kayıtlara da ulaşabilirmişim. Sakladığım kasetlerin hiçbirisini dinlemedim. Onlar da ne yapacağımı bilmediğim şeyler arasında duruyor. 


·         En son gittiğiniz sergi?
Bu konuda kısmen zayıfım. Sergilere bir türlü vakit ayıramıyorum. Çok fazla güncel sanat kitabı, makelesi okumama rağmen sergilere sık gitmem. Türkiye’deki sergiler bana biraz fazla burjuva, “açılışlarda şarap iç, sosyalleş, eserleri boşver” ortamı geliyor. Bazen çok iyi işler yapılmasına rağmen... En son, Bienal’i çok detaylı bir şekilde gezdim. Bu arada lafı geçmişken, o Bienal’leri mutlaka rehberli gezmek gerekiyor. Ben hep öyle yapıyorum. Çok da iyi oluyor.

·         Don Juan’a mı daha yakınsınız yoksa  Romeo’ya mı?
Theodor Adorno’ya ve Walter Benjamin’e daha yakınım. (Yalan, sadece havalı gözükmek için öyle söylüyorum).


·         Son olarak; sizin hakkınıza “daha önce hiçbir yerde paylaşmadığınız” bir şey söyleyebilir misiniz bize?
Fırında istridye mantarlı tavuğu çok iyi yaptığımı söylerler.

Alper Bahçekapılı'ya,
değerli zamanını bu röportaja ayırdığı ve samimi cevaplar verdiği için çok teşekkür ediyorum. :)

Bakalım, sıradaki röportaj kiminle olacak? :)

Herkese sevgiler,

Beril Öke Gülen